Dağların eteklerinde, derme çatma küçük bir kulübede
yaşıyordu Kiraz. Yürüye yürüye yolu yarılamıştı sessizce, yürüyordu zirveye... Vardığında oraya,
gidecek bir yer kalmayacaktı artık. Geriye dönüp bakacak ve bir yıldıza tutunup
gidecekti gerçek boşluğa. Şimdilik yaşıyordu, bir dağın eteğindeki nehir
kıyısında...
Sildi
süpürdü evini her sabah, bugün de yaşanacak şeyler varmış, ‘ya nasip’ diyerek. Ne umudun elini bıraktı ne de eksik
tuttu hayatı sevmeyi. Herkesin ruh ikizi olmazmış, o da yalnız gelenlerdendi,
yalnız gidecekti…
Hatırladı
doğduğu kenti, ilk gençliğini, ilk çırpınışlarını… Başını dayayıp ağladığı
günlük ağacını hatırladı. Özledi sevilmeyi, hasretti bir kucakta ağlamaya, bir
sandalla açılmaya uçsuz bucaksız sulara… Hatırladı Kiraz, gülümsedi inceden,
deneyim tahtasına bir çentik daha attı. Bir de kahkaha patlattı, yetmez diye
küçük bir tebessüm. Bir de Barış Manço açtı, bangır bangır, küçücük kulübede…
“Acıh da
bağa vir, biraz da ona vir.”
Bizim Kiraz’a dert oldu, yuvasız kuşlar, susuz
aç kediler, dostun baş ağrısı… Solan bütün çiçekler… Bir kendini soldurmamayı
bilemedi. Olsundu be, nasılsa zirveden ötesi yoktu. Ne onun için ne başkaları…
Tek yapacağı, oraya varınca bir yıldız seçmekti. Allı pullu gidecekti, en
güzeli de onuruyla, kocaman yüreğiyle… Dağları delip yol açacak kimse varsın olmasındı onun için. O kendi delerdi, hatta kıyamaz da delmeye, tırmanırdı
doruklara… Günü gelene kadar…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır.Teşekkürler...