'Nazım'ca…
“Yaşamak şakaya gelmez, büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın bir sincap gibi meselâ, yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden, yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.
Nazımca yaşamak…
Sağlığında şiirleri memleketinde yayımlanamadı Nazım Hikmet'in; ama ünü bütün
dünyaya yayıldı. Bazı ülkelerde “ Nerelisiniz?” sorusuna “Türkiye…” diye cevap verildiğinde
ya “ Ha, Atatürk’ün memleketi” ya da “Hani şu Nazım’ın
memleketi” denirdi. O Mavi Gözlü Dev’i dünya tanıyordu da, memleketinin şiir severleri, yani bizler
çok geç okuyabildik ne yazık ki!..
İlk okumaya başladığımda, en çok Tahir'le Zühre Meselesi'ni sevmiştim, yıllar içinde hepsinin tadına vardım ama bu şiir hiç eskimedi benim için.
Tahir olmak da ayıp değil Zühre olmak da
hattâ sevda yüzünden ölmek de ayıp değil,
bütün iş Tahirle Zühre olabilmekte
yani yürekte.
Bir de Piraye’yle mektuplaşmalarından çıkan bir şiir var ki, üstüne söz
söylemek imkansız doğrusu. Çünkü şiir kadar hikayesi de yürek yakıcı bu dizelerin. İşte o şiir ve hikayesi:
Nazım Hikmet, sürgünlerle, hapisle geçen hayatının bir
döneminde zaman zaman ölümü düşünmekten
kendisini alamaz. Eşi Piraye’ ye ‘Yine Ölüme Dair’ şiirini gönderir. Hiçbir
şeyden yılmayan Nazım’ın ölümü düşünmesi onu çok sarsar. O da eşine yazdığı
mektupta “Ben senden önce ölmek isterim.” diye başlayan sözleri yazar. Nazım mektuptan çok etkilenir ve onu dizelere dökerek ölümsüzleştirir. Altına da eşiyle kendisinin imzasını atar:
"Ben
senden önce ölmek isterim.
Gidenin arkasından gelen
gideni bulacak mı zannediyorsun?
Ben zannetmiyorum bunu.
İyisi mi, beni yaktırırsın,
odanda ocağın üstüne korsun
içinde bir kavanozun.
Kavanoz camdan olsun,
şeffaf, beyaz camdan olsun
ki
içinde beni görebilesin..."
...
Büyük bir şairin sevdalısı olmuş,
adına nice şiirler yazılmış, çokça sevilmiş; ama bir o kadar da aşk acısı
çekmiş bir kadından Nazım’a yazılan sözlerin Nazımca şiirleştirilmiş hali… Ölüm
üzerine düşünüp yazarken bile ümidini yitirmeyen Nazım’ın dizeleri…
“İçimden bir şey, belki diyor.”...
“İçimden bir şey, belki diyor.”...
Mavi Gözlü Dev şair Nazım’ın ‘benim asıl eserim’ dediğiyse, uzun bir araştırma
ve çalışmanın ürünü olan “Memleketimden İnsan Manzaraları”dır. Yaklaşık altı
yıl emek vermiştir bu eserine. Şiir olduğu kadar bir hikayedir de ‘Memleketimden
İnsan Manzaraları’. 25 bin dizelik ve beş ciltlik dev bir eser…
Merdivenleri mahkumlar çıkıyordu.
Şakalaşıp
gülüşerek.
Üç erkek
bir kadın
ve dört jandarma.
Erkekler kelepçeli
kadın kelepçesiz
jandarmalar süngülü.
Merdivenler üstünde bir kayısı gülü
Bir cıgara
paketi
Bir
gazete kadı.
Mahkumlar durakladı.
Jandarma Hasan
Tokalaştı
Ahmet Onbaşıyla.
Jandarma Haydar
Aldı
yerden boş paketi
Soktu cebine.
Ve mahkum kadın
boynuna
atılan Atıfet’i
öptü iki
yanağından."
...
Bir yandan da Milli Kurtuluş Destanı üzerinde çalışır Nazım
Hikmet, Kuvayı Milliye Destanı’na… Bursa hapishanesinde 1941’de yazmaya
başladığı bu eserini de 1950’de tamamlamıştır.
“Ateşi ve ihaneti gördük” diyordu şair, bu dev eserde.
920'nin 16 Martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü,
kurşuna dizdi kâfir ikimizi.
İngiliz'in hepsi değil domuzu
Sabaha karşı aldı canımızı.
...
920'nin 16 Martı
uykuda kesti kâfir üçümüzü.
Soktu Osman'ın karnına kasaturayı,
bastı göğsüne kâfirin dizi.
Dört çocuk babasıydı Abdullah çavuş.
Doymadı dünyasına Abdülkadir.
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
...
Üçümüzü uykuda kesti kâfir,
kurşuna dizdi ikimizi.
Şimdi üçümüz :
Abdullah ve Osman ve Abdülkadir,
taşları yan yana yatar Eyüp'te.
Arama, bulamazsın ikimizin kabrini,
belki maşrıkta, belki mağripte,
biz de bilemeyiz yerini.
…
“İnönü meydanı, yavrum,
rüzgâr,
soğuklar insanı arı gibi haşlıyor.
Zemheriler bitti diyelim,
hamsin
ya başladı, ya başlıyor.
Muharebe beş gün beş gece sürdü.
Kan gövdeyi götürdü.
Ve nihayetinde
düşmanlar karın üstünde
top arabaları, sandıklar dolusu konyak,
altı
kamyon bıraktılar.
Sonra, kaçarlarken, yavrum,
köyleri,
köprüleri yaktılar...”
…
“Ve kadınlar
birbirlerinden gizliyerek
bakıyorlardı ayın altında
geçmiş kafilelerden kalan öküz ve tekerlek ölülerine.
Ve kadınlar,
bizim kadınlarımız :
korkunç ve mübarek elleri,
ince,
küçük çeneleri, kocaman gözleriyle
anamız, avradımız,
yârimiz
ve sanki hiç yaşamamış gibi ölen
ve soframızdaki yeri
öküzümüzden sonra gelen"
…
“Dağlarda tek
tek
ateşler yanıyordu.
Ve yıldızlar öyle ışıltılı, öyle ferahtılar ki
şayak kalpaklı adam
nasıl ve ne zaman geleceğini bilmeden
güzel, rahat
günlere inanıyordu
ve gülen bıyıklarıyla duruyordu ki mavzerinin yanında,
birdenbire beş adım sağında onu gördü.
Paşalar onun arkasındaydılar.
O, saatı sordu.
Paşalar : «Üç,» dediler.
Sarışın bir kurda benziyordu.
Ve mavi gözleri çakmak çakmaktı.
Yürüdü uçurumun başına kadar,
eğildi, durdu.
Bıraksalar
ince, uzun bacakları üstünde yaylanarak
ve karanlıkta akan bir yıldız gibi kayarak
Kocatepe'den Afyon Ovası'na atlıyacaktı.”
…
" Yaşamak bir
ağaç gibi tek ve hür
ve bir orman
gibi kardeşçesine,
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Yorumunuz alınmıştır.Teşekkürler...